1 Ağustos 2017 Salı

NAZIM HİKMET VE NAZIM HİKMET'E İDEOLOJİK DUYGUSAL YAKLAŞIM ÜZERINE

Ne zaman Nazım Hikmet'e küçücük bir eleştiri yöneltsem hemen cevabımı alıyorum:


 "Sen sağcısın, o yüzden Nazım Hikmet'i sevmiyorsun." 



Bak güzel kardeşim, öncelikle asla kendime "sağcı" demem. Türkiye'deki halkın bu şekilde kutuplaştırılmasına tamamen karşıyım. O yüzden kendime "Müslüman" dışında hiçbir etiket koymuyorum. Tabii ki desteklediğim görüşler ve siyasi gruplar var ama bunları marka taşıyormuş gibi taşıyıp bir nefret unsuru haline getirmem. Savunmam gerektiğinde, inandıklarımı savunurum ve o bağlamda "ne-ci" olduğum hissedilir zaten. Bunun haricinde "Bla blacı olduğundan, bla blayı sevmiyor." tarzı bir önerme asla benim fikir yapımla uyuşmaz ve de asla böyle basit düşünmem.



Senin iddiana göre sağcı olduğumdan Hikmet'i sevmiyorsam; yine sağcı olan ben neden Sabahattin Ali'yi, Aziz Nesin'i, Cengiz Aytmatov'u, Ömer Hayyam'ı, Tevfik Fikret'i ve daha nicelerini çok seviyorum? Sırf bir etiketten dolayı Hikmet'i sevmeyecek düzeyde biriysem, neden Nazım Hikmet'in altı şiir kitabını okudum? Kaldi ki konuşmamın neresinde "Nazım Hikmet'i sevmiyorum." gibi bir cümle duydun?



Nazım Hikmet'i sadece eleştiriyorum ve de abartıldığını düşünüyorum. Rusya'ya gidip dönemin Rus Şairi Makayovski'den ne gördüyse aynısını Türkçe'ye uyarlamış bir adam var ve bu adam önümüze "yenilikçi" sıfatıyla servis ediliyor. Bakınız, bunu Tanzimat Aydınları da yaptı. Fransa'ya gidip orada gördüklerini Türkiye'ye taşımak ve Türk Edebiyatını modernleştirmek istediler. Onlar, sahiden yenilikçiydiler. Zira Tanzimatçılar, N.Hikmet'in aksine yeni şekilleri Türkiye'ye uyarlamasını bildiler. "Kopyala-yapıştır" mantığıyla direkt gördüklerini almak yerine; bir süzgeçten geçirip edebiyatımızın gelişmesine katkı sağladılar.



Fakat Nazım Hikmet?
Henüz ülkemizde sağlam bir sanayi atılımı bile olmamışken Rusya'dan, İtalya'dan gördüğü Futurizmi şirimize taşımak istemesi mantıklı mı? Bana kalırsa bu "gençlik hevesi"nden fazlası değil. Nitekim, Hikmet Rus Futurizmden daha çok etkilenmiş olsa da; İtalyan Şair Marinetti'nin şiirleriyle, Hikmet'in şiirlerini mukayese ederseniz, Hikmet'in şiir yazmayıp adeta şiir çevirdiğini ve birkaç kelime değiştirerek kendi mahlasıyla yayımladığını görebilirsiniz.



Bunun yanısıra yine diğer ülkelerden ithal edilmiş dize kırılması gibi, şiirin tüm estetiğini bozup atan yeniliklere(?) hiç değinmiyorum bile.




Velhasıl kelam, N.Hikmet çok büyük bir kesmin -okumadıkları halde- sırf ideolojik sebeplerden dolayı yere göğe sığdıramadığı bir isimdir.
Bazıları ideolojik farklılıklardan dolayı okumadan eleştirirken; bazıları da ideolojik paralelliklerden dolayı okumadan sevmektedirler. Ben ikisinin de aptallık olduğuna inanıyorum. N.Hikmet okunmalı, analiz edilmeli, sorgulanmalı. Zira "ne-ci" olursa olsun iyi yönleriyle de, kötü yönleriyle de N.Hikmet BİZİM şairimizdir.

16 Eylül 2016 Cuma

THE PROMİSE - ERMENİ SOYKIRIMI(!) ÜZERİNE YENİ HOLLYWOOD FİLMİ

11 Eylül 2016'da gösterime girmiş, Ermeni Soykırımı(!) temalı, Batı dünyasının elinden çıkmış bir proje daha. Size de ironik gelmiyor mu? Bkz:


Koskoca bir kızılderili ırkının soyunu kurutmuş ABD'den, Başkurt Türklerini katletmiş Rusya'dan, Nanking Katliamını yapmış Japonya'dan, Azeri Türklerine Hocalı Katliamını yapmış Ermenistan'dan, Avrupa'nın göbeğinde Srebrenitsa Katliamını yapmış Sırbistan'dan ve daha nicesinden hiçbir yerde söz edilmezken her sene "Ermeni Soykırımı" adı altında gürültü çıkarmak, Batı dünyasının iki yüzlülüğünü kanıtlıyor. Bu iddiaları kullanarak Türkleri dış politikada pasif hale getirmeye çalışanlar, tabiri caizse bu iddiaların ekmeğini yiyorlar.

"Gelin tarihi kaynakları açalım, belgelere göre şu soykırım meselesini açığa kavuşturalım." dediğimizde reddetmeleri, her şeyi açıklıyor zaten. Ermenistan da dahil olmak üzere, hiçbir ülkenin umrunda olan sözde katledilmiş insanlar değil. Tek umursadıkları Türkiye'nin adının böyle çirkin meselelerle anılmasını sağlamak. "Bir yalanı ne kadar çok söylersen, inandırıcılığı o kadar artar" hesabı.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

İSLAMİYET VE TÜRKLER

Türklerin ilk inancı Gök Tanrıcılık ile İslam inancının benzediği, bu yüzden Türklerin İslamiyeti çabucak benimsediği iddiasını duymuşsunuzdur. Gerçekten bu altı boş bir iddia. Evet tek tanrılı olması, cennet-cehennem, ahiret inancının olması yönünden benzerlik gösteriyor ama İslamiyet 3 büyük ilahi dinden biriyken; Gök Tanrıcılık bir pagan dini. Ayrıca İslamiyetin insan hayatına kural koyan bir yönü varken, Gök Tanrıcılığın böyle bir işlevi pek de yok.
Ayrıca Türkler, İslamiyeti kabul ettikten sonra çok önemli işlere imza atmışlarsa da; İslamiyet, Türklerin sosyal hayatta birçok özelliğini törpülemiştir. Örneğin kadına verilen değer konusunda.  
Tarihteki ilk kadın hükümdarın İskit hükümdarı Tomris Hatun olduğunu ve Tomris Hatun'un, oğlunu öldüren Pers kralının kafasını kesip kana batırdığını biliyor muydunuz? (*İskitler, tarihteki ilk Türk devletidir fakat hakkında pek bilgi olmadığı için Asya Hun Devleti, tarihteki ilk Türk devleti kabul edilir)

İşte bu denli güçlü pozisyonlar elde eden Türk kadını, aynı zamanda mirastan eşit pay alabiliyor, devlet işlerine karışabiliyor, at sürebiliyordu. Kadına değerin hat safhada olduğu bir toplum olan Türklerde, kadının üstüne de ikinci bir eş getirilmesi söz konusu olmazdı.
İslamiyetten sonra ise Türkler için ne yazık ki bu konuda dengeler değişti. Artık kadınlar mirasta eşit hak talep edemez, idari işlerde ses çıkaramaz, üzerine de ikinci üçüncü eş getirilebilir duruma geldi. (Tabii bu bilhassa Klasik Dönem Osmanlısı için geçerli)
Peki bu durumun suçlusu İslamiyetin kendisi mi diye sorarsanız, hayır değil. Türklerin 750 Talas Savaşında İslamiyet'i benimsemeye başladılar. Bu bir olgu olduğu için tahminen yüz yıl sonra tamamen Müslüman olmuş olduklarını varsayalım. Yıl 850. Bu tarihten itibaren Türkler tek tük birkaç örnek dışında hiçbir Kuran çevirisi yapmamış. Yaptıkları çevirileri de zaten çoğaltmamış. Tanzimat Osmanlısına kadar da durum böyle devam etmiş. E bu kadar Türk bunca süre içerisinde neye inandı? Neye göre dinini uyguladı? Dinlerini nereden öğrendiler? Voltaire'in bir sözü vardır, "Bağnaz bireyler yaratmanın en kolay yolu, öğretmeden inandırmaktır." diye. İşte bizim durumumuz da bu olmuş. Hayatı anlamlandırmamızı sağlayacak, düşünmemizi tetikleyecek bir kitaba, bir dine sahipken bunu bırakıp Arap gelenekleri yaşamayı tercih etmişiz. Bunun da bize birçok zararı olmuş.
Doğrusu bu, İslam konusunda sadece bizim yaptığımız değil; birçok insanın, birçok toplumun yaptığı hata. Yine de bizden gidelim. Türkler, bilhassa Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukluları döneminden itibaren devletin resmi dilini Arapça/Farsça yaptılar. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Milli benliklerini her şeyin üzerinde tutan, sırf bunun için mağlup ettikleri Çin'e yerleşmeyen Türkler; kendi dillerini küçük görüp Arapçayı daha üstün tutar bir hale evrildiler. Hem bir düşünsenize, bu süreçten sonra ortaya çıkardığımız tüm yazılı eserler Arapça/Farsça olarak verildi. Bu resmen "Türkçe bir bilim dili olamaz, Arapça dilimizden üstündür." demenin eyleme dökülmüş halidir. Hani Atatürk'e kızıyoruz ya "Bir gecede cahil kaldık." diye, Atatürk bizi bir gecede cahil bırakmasa da atalarımızın eserlerini, sırf Arap hayranı yöneticilerimiz dolayısıyla anlamakta zorluk çekmeye devam edecektik.
Üstelik bu olayın aynısı ne yazık ki günümüz için de geçerli. Sadece mevzu bahis dil artık Arapça, Farsça değil; İngilizce, Fransızca. Ülkemizde eğitimi yabancı dilde veren, bitirme tezlerini yabancı dilde yazdıran bir sürü okul mevcut. Bunun da altında yatan zihniyet aynı. "Türkçe bir bilim dili olamaz." Oysa ki biz Türkler tarihe birçok önemli bilim adamı, sanatçı, mimar, hükümdar bırakmış bir milletiz. Yüzyıllardan beri süregelen kendimizi küçümseme modundan acilen çıkmamız lazım.

Tekrar İslamiyet'e dönersek; İslamiyet'i, Araplık olarak gören çok büyük bir kitle tarih boyunca var oldu ve de hep var olacak. Yani sen Müslüman olursan Arapça dua etmek, Araplar gibi baş örtüsü takmak, Araplar gibi sakal uzatmak ve hatta resmi dilini Arapça ilan etmek zorundasın! Bu algının tamamen  yıkılması lazım. Çok zor ama imkansız değil. Ya da imkansız ya. Gerçekçi olalım.          
Son olarak, Türkçe'yi devletinde resmi dil ilan etmiş, döneminin devrimci duruşlu Karamanoğlu Mehmet Bey'in ruhuna bir dua ediverelim. (Tabii duayı Türkçe edelim!)

3 Temmuz 2016 Pazar

BANKALAR, ROTHSCHILD, KÜRESEL SÖMÜRÜ DÜZENİ

“BANKALAR ORDULARDAN TEHLİKEDİLİR” – THOMAS JEFFERSON

Amerikan Başkan Thomas Jefferson, “Banka ordulardan tehlikelidir.” derken ne demek istedi? Gelin, hepimizi ilgilendiren bu konu hakkında biraz kafa yoralım.

Bankalar, 1815 Waterloo Savaşından beri İngiltere'yi, 1913’ten beri Amerika'yı, Galatalı Bankerlerin kurduğu (1847) Bank-ı Dersaadet'ten beri Osmanlı'yı (Muharrem Kararnamesinden sonra bunlar kapanıp, Osmanlı Bankası[1856] kuruluyor) ve bugün de T.C Merkez Bankası ile Türkiye'yi borçlandırabiliyorlar. (Bunlar tüm ülkeler için geçerli) Düşünsenize, özel bankalar koskoca devleti kendine borçlandırıyor ve bu olay gelişmiş, gelişmekte ya da gelişmemiş tüm ülkelerde gerçekleşiyor. Böyle bir küresel sömürü düzeni var. Üstelik kısmi rezerv sistemiyle, aslında kendilerinden hiç para çıkmadan insanlara para verip, bu parayı faiziyle geri alıyorlar ve başkalarının paralarıyla sürekli olarak daha da zengin oluyorlar…
Şu an dünya bankalarının birçoğunun sahibi Rothschildların atası olan Mayer Rothschild' vakti zamanında:

"Bir ülkenin ekonomisine ve bankalarına sahip olduktan sonra, yasaları kimin yaptığı önemsizdir." diye bir söz söylemiş.

Evet, Rothschild haklı. Bir ülkenin bankalarını ve ekonomisini yönetirseniz, her açıdan yönetebilirsiniz. Bizden bir örnek vereyim: Osmanlı'nın yıkılmasında, ülkesinde yabancı ortaklı bankalar açtırması, Balta Limanı, Hünkar İskelesi Antlaşmaları ile yabancı devletlere tavizler vermesi  gibi ekonomi temelli birçok neden yatıyor. Kısacası ekonomi bir ülkeyi zirveye de çıkarabilir, yıkıma da sürükleyebilir. Bunun bilincinde olan ABD liderleri, Amerika’nın kuruluşundan, 1913'e kadar bankalara karşı büyük bir mücadele verdiler.

İlk olarak Thomas Jefferson, ABD'de açılmak istenen bankalara şiddetle karşı çıktı ve bu konuda şunları söyledi

"Eğer Amerika'lılar kendi paralarının kontrolünü bir kez olsun özel bankalara bırakacak olursa, etraflarında yükselecek olan bankalar ve şirketler ilk olarak enflasyonla sonra da denflasyonla halkı tüm varlığından yoksun bırakacaklardır. Ta ki babalarının fethettiği kıta üzerinde çocukları evsiz kalıncaya kadar."

ABD’nin ilk Hazine Bakanı Alexander Hamilton ise bu konuda Jefferson’a ciddi bir muhalefetti. (Daha sonra Alexander Hamilton, Thomas Jefferson Başkan Yardımcısı Aaron Burr tarafından öldürülüyor.) Yine de bankalar yirmi yıllığına da olsa ABD’de kuruldu. Bu ilk bankaların ömrü uzun sürmedi ve yedinci ABD Başkanı Andrew Jackson tarafından 1836’da hepsi kapatıldı. Andrew Jackson, bankaları kapatma çalışmaları boyunca ve sonrasında birçok suikasta uğradı. Kendisine ölüm döşeğindeyken, hayatında ve başkanlık döneminde yaptığı en önemli şey sorulduğunda Andrew Jackson şöyle söyledi: “I killed the bank!” (Bankaları öldürdüm!)
Bu şekilde amaçlarına ulaşamayacaklarını anlayan bankerler, Amerika’nın resmi bankası adını taşıyan ama aslında özel olan bir banka kurmaya karar verdiler; Federal Rezerv. Böylece banka devlete ait etkisi yaratılacak ve daha önceki gibi tepkiler almayacaklardı, işe yaradı. –şu an aynısı Türkiye için de geçerli, devlete aitmiş gibi bir ad taşıyan ama aslında özel olan bir bankamız var ve bu banka para basma yetkisini elinde bulunduruyor: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası değil.- Bankerler bu sistemi 23 Aralık 1913’te, Woodrow Wilson döneminde hayata geçirip, Federal Rezervi kurdular ve Amerika’nın para basma yetkisini tamamen ellerine aldılar. Bu parayla da Amerika’yı kendilerine borçlandırdılar. Durumun ciddiyetini görebiliyor musunuz? 10 kadar insan, dünyadaki tüm hükümetleri kendilerine bağımlı hale getirip, borçlandırabiliyorlar! Tabii ki ABD Hükümeti de borçlarını IRS, yani halktan topladığı vergiler ile ödedi Bu sistemi onaylayan Başkan Wilson ise, durumun ciddiyetini geç de olsa anlayıp şöyle söyledi:
“Ben dünyanın en mutsuz adamıyım. Farkında olmadan ülkemi mahvettim. Büyük sanayi ülkemiz artık kredi sistemiyle kontrol ediliyor. Konsantre kredi sistemi nedeniyle ulusumuzun büyümesi ve tüm faaliyetlerimiz birkaç adamın ellerinde. Medeni dünyada en kötü yönetilen, bütünüyle kontrol edilen devletlerden birisi olduk. Az sayıda kişiden oluşan baskın bir grubun tercihi ve zorlaması dışında artık hiçbir hükümet özgür seçimle, çoğunluğun oyuyla gelip gitmez.”
Tekrar soruyorum, durumun ciddiyetini görebiliyor musunuz? Bankalardan dolayı Wilson, ülkenin gelişmesinin banka sahibi bir grup insana bağlı olduğunu ve artık ülkede demokrasinin olmadığını söylüyor. Haksız değil. 1913 yılından sonra gelen tüm ABD Başkanları bu banka sahipleri (Rothschild, Rockefeller, Morgan vs) ile bağlantılı idi ve hiçbiri de onların çıkarlarına zarar verecek bir faaliyet göstermedi. Birisi hariç; John F Kennedy.
Başkan Kennedy, 4 Haziran 1963’te Başkanlık Emri 11110’ı imzaladı. Bu emir, FED’in ekonomide birçok yetkisini alıp, ABD Hazinesine yetkiler veriyordu. Kennedy’nin attığı adım işe yaradı. Fakat altı ay sonra, John F. Kennedy, Dallas’a gidip, şüpheli bir suikast sonucu öldürüldü. Kennedy yerine ge(tiri)len yeni Başkan Lyndon Johnson, Kennedy’nin emrini hemen çöpe attı ve FED’e tüm yetkilerini geri verdi. Kennedy’den sonra bir daha hiçbir başkan, FED’e karşı çıkmadı. Kısacası Bankalar 1913’ten sonra ABD halkını sömürdüler ve sömürdüler. 1970’te, daha fazla sömürebilmek için, Borca Dayalı Sistem’e geçtiler. Ayrıca 1970’ten sonra paranın değeri altındır kuralı kaldırılıp, tüm bankalar istedikleri kadar para basma hakkını elde ettiler.

Bu bankaların Amerika’daki tarihiydi. Fakat tabii ki olay Amerika ile sınırlı değil.
Bu bankerler, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren tüm ülkelerde bankalarını kurup tüm dünyayı kendilerine bir pazar haline getirdiler. Bir de şunu düşünün, bu adamların her ülkede bankaları olduğundan ve her devlete borç verir durumda olduklarından dünyada çıkan tüm savaşlarda, tüm tarafları finanse edebiliyorlar. Yani A ülkesi ile B ülkesi savaştığında, A ülkesine askeri malzeme almaları için para yardımı yaparlarken, aynısını B ülkesi için de yapıyorlar. Kısacası bu adamlar, 1815 Waterloo Savaşından beri savaştan ve kandan besleniyorlar. Bu amaç için yeni savaşlar çıkarıyorlar ki bu da apayrı bir yazı konusu. Savaş olmadığında da halkı ve devletleri iğrenç sistemleriyle sömürüp kendilerini daha da zengin ediyorlar.
Kısacası dostlarım, her gün sömürülüyoruz. Özgür olduğumuzu düşünsek de, değiliz. Sadece on bankacı aile, dünyanın yüzde altmışından daha zengin oluyorsa, bu bir soygundur. Bu nedenlerden dolayı, insanların bilinçlenmesi ve ses çıkarması gerek.

26 Haziran 2016 Pazar

Vahdettin hain mi? Mustafa Kemal ve Vahdettin ilişkisi.

 İlber Ortaylı'nın; "Yakın tarih, hele ki Türkiye'de okulda değil dışarıdan öğrenilir." diye bir sözü var ki gerçekten pek manidar. Biliyorsunuz ki, okulda bize gösterildiği kadarı ile Vahdettin Sevr Antlaşmasını imzalamış, sonra Mustafa Kemal bizi bu zor durumdan kurtarmış, Vahdettin de nihayetinde İngiltere'ye kaçmak zorunda kalmış! Okul bize bunun gibi argümanları ezberletiyor fakat tarihçilerimize göre durum bu değil.
Ben bunları yazarak insanların düşüncelerini ve fikirlerini bir anda tabii ki değiştiremem fakat kaynak göstererek gerçeği anlatabilirim. Bir kişi, sadece bir kişi merak edip okusa, anlasa ve hak verse bu benim için kafîdir... diyerek girizgahı yaptım ve başlıyorum.  

# Vahdettin Kurtuluş Savaşına karşı mıydı?

Enver Paşa'nın karşı çıkmasına rağmen Mustafa Kemal'i Samsun'a gönderen ve İstiklal mücadelelerinin başlamasına vesile olan Sultan Vahdettin'di. Üstelik Samsun'a çıkış anlatıldığı gibi gizli ve tehlikeli olmamıştı. Ne gizlisi? Dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi'nin 5 Mayıs 1919 sayısında Samsun'a tayin emri verilmişti.
Günümüz Türkçesiyle:  “Kaldırılmış olan Yıldırım Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, Dokuzuncu Ordu kıt’aları Müfettişliği’ne tâyin edilmiştir. Bu padişah emrinin icrâsına Savaş Bakanı memurdur. 29 Receb 1337, 30 Nisan 1335 (30 Nisan 1919). Mehmed Vahideddin (üstte). Harbiye Nâzırı Şakir, Sadrazam Damad Ferid”.


Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa'nın anlattığına göre Samsun'a hareketinden hemen önce Yıldız Sarayı'nda Padişah Vahdettin kendisine şu sözleri söylemişti: 

"Paşa, Paşa! Şimdiye kadar bu devlete çok hizmetin ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Bir tarih kitabını göstererek) Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden daha mühimdir."

#Mustafa Kemal, Vahdettin'i nasıl savunmuştu? 

24 Nisan 1920'de Mustafa Kemal, Vahdettin'i şöyle aklamıştı:

"Dikkatinizi çekerim ki, kutsal Halife Efendimiz Hazretleri namaz için camiye gittiğinde onu koruyan askerler dahi İngiliz askeridir. Bu kötü şartlara düşmüş olan Padişahımızla özel temas kurmak da mümkün değildir. Millet, hilafet ve saltanat makamının bağımsız ve tehlikeden uzak bulunmasını vicdani bir emel saymıştır. Müslümanların halifesinin bundan başka bir şey düşünmesi mümkün müdür? Ben şahsen hiçbir şey düşünmem. Hatta zat-ı şahanenin kendi ağzından işitsem bunu baskı ile söylendiğine hükmederim."

#Sevr Antlaşması 


Gelelim en tartışmalı konuya. Aslında bu sorunsalın cevabı çok basit. Başta İlber Ortaylı'nın ve diğer birçok tarihçimizin verdiği hükme göre Sevr tarihimizde asla kabul edilmemiş bir anlaşmadır. Çünkü o dönemde kabul edecek bir meclis yoktu. Meclis yerine kurulan geçici Şura-yı Saltanat Sevr Antlaşmasını kabul etti fakat o sırada padişah tasdik etmedi. Kaldı ki Sevr'i imzalayan delege içerisindeki Rıza Tevfik Bölükbaşı dönemin en ünlü İttihatçılarındandı. 

#Vahdettin, İngiliz uşağı mıydı? 

Bu sorunun cevabını da en büyük referansımız, İlber Ortaylı'dan dinleyelim: "Vahdettin bir kaçışı tercih ediyor. Bu kaçış İngiltere'ye olduğu için kendisine yıllardan beri "İngiliz uşağı" deniliyor. Fakat kaçabileceği veya gidebileceği başka hiçbir yer yok. Çünkü seçenekler arasındaki Fransa, Ankara Musalahasını yapmıştı ve artık donanmayı burada tutmuyor, sur içi İstanbul'da öylesine bir işgal kuvveti bulunduruyordu. İtalya ise zaten Üsküdar'daydı ve Ankara hükümeti ile arası çok iyiydi. Bu yüzden o da seçenekler arasından eleniyor. Padişahın tabi ki Yunanlara sığınması gibi bir durum da söz konusu değil. Geriye kala kala sadece İngiltere kalıyor. Dahası Boğazlar mıntıkasının denetimi de İngilizlerin elinde. Yani padişahin Karadeniz'e çıkıp oradan Romanya'ya geçecek bir durumu yok. Dolayısı ile bu "İngiliz uşağı" yorumlarından kaçınılması lazım."
*******
Sözün özü; Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'na engel olmaya çalışmamış aksine desteklemiştir. İngiliz uşağı değildir, olmamıştır. Sevr'i de asla tasdik edip imzalamamıştır. Bunlar ulaşılması zor bilgiler değil, sadece hem okulda hem de hayatımızda bize verilenleri sorgusuz kabullenmek yerine mantık süzgecimizden geçirmeliyiz. İşte ancak o zaman gerçekleri oğrenip, özgürce düşünebiliriz.

KAYNAKLAR: 

1- Mustafa Armağan, Satılık imparatorluk, İstanbul 2013, Timaş Yayınları, s, 141 
2-http://belgelerlegercektarih.com/2012/11/24/ataturku-samsuna-vahdettin-gonderdi-belgelerle/         
3- TBMM Gizli Celse Zabıtları, cilt 1, İstanbul 1985, Türkiye iş bankası Kültür yayınları, s, 9
4- İlber Ortaylı, Tarihin Gölgesinde, İstanbul 2012, Timaş Yayınları s, 138
5-İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, İstanbul 2013, Timaş Yayınları, s, 68-69
6-  http://m.haberturk.com/gundem/haber/1080107-samsun-yolculugu-vahideddinin-resm-gazetedeki-bu-emrinden-sonra-yapildi